6 Aralık 2012 Perşembe

UMUT LİSTESİ


Yine yeni bir yıl geliyor. Şehir şimdiden ışıldamaya başladı. Sokaklar, dükkânlar, alışveriş merkezleri rengârenk. Çeşit çeşit süsler asıldı dört yana. Noel babalar, çam ağaçları, özenle hazırlanmış yılbaşı paketleri cıvıl cıvıl, sıcacık bir hava kattı soğuk kış günlerine. Kutlamalar için planlar, rezervasyonlar yapılmaya başlandı. 
        Her yeni yıl, yeni umutlar demek insanoğlu için. Âdettendir, yok saymak olmaz; bizim de elbet bir dolu dileğimiz olacak. Geride bıraktığımız yıllarda gerçekleştiremediklerimizi bu yıldan da bekleyeceğiz bu defa olur umuduyla.
       Bu haftayı dileklerimize ayıralım istedim ben de. Diyorum ki; kutlamalar için planlar yapıp hediyeler alırken sevdiklerimize, kararlar da alsak kendimizce. Daha güzel bir yıl, daha mutlu bir hayat, daha yaşanılası bir dünya için. 
       Canımızı en çok acıtandan başlayalım önce. Cana kıymayalım artık, kan akıtmayalım. Kimsenin ölümü bizim yüzümüzden olmasın. Cinayet haberleri izlemeyelim televizyonda, şehit cenazeleri dağlamasın yüreğimizi, savaş muhabirleri yapacak haber bulamasınlar artık.
       İşsiz kalmayalım hiçbirimiz. Gerçek bir sosyal hukuk devleti olmanın ne demek olduğunu anlayabilelim. Vatandaşı olduğumuz ülkenin arkamızda olduğunu  yürekten hissedelim. Eğitim fakültesi diplomamızla öğretmen olamadığımız için herhangi bir memur olmak zorunda kalmayalım. Ama bunu yaparken tembel de olmayalım. Oturduğumuz yerden devletin bize bakmasını beklemeyelim. 
       Şiddetin hiçbir sorunu çözmediğini öğrenelim. Kavga dövüş kabul ettirdiğimiz fikirlerimizin aslında karşımızdaki için anlamsız olduğunu, sadece o anda duyulan korku yüzünden mecburi bir itaat gördüğümüzü ve bunun bizi günbegün yalnızlığa sürükleyeceğini fark edelim. 
       Bakabileceğimiz kadar çocuk yapalım. İrademiz dışında ve istemediğimiz şartlarda dünyaya gelen minicik bedenleri hastane tuvaletlerinde, çöp kutularında kaderlerine terk etmeyelim. Onları başımızdan atmanın ‘bizim’ oldukları gerçeğini değiştirmediğini unutmayalım. 
      Ailemizle bağlarımızı hep sıkı tutalım. Onlara bir köşede unutuldukları hissini yaşatmayalım. Sevgimizi, minnetimizi hissettirelim; gönüllerini hoş tutalım.
Dostlarımızı kaybetmeyelim. Elimizden geldiğince yanlarında olmaya çalışalım. Kötü günlerinde yanlarında olup, iyi günlerinde mutluluklarını paylaşalım.
     İletişim kurmayı kendi düşüncelerimizi anlatmak olarak görmekten vazgeçelim. Dinlemeyi bilelim. 
Aşık olalım. Zaten aşıksak bunu doyasıya yaşayalım. Aşkımızı besleyelim, koruyalım, kollayalım. 
Bencil olmayalım; paylaşmayı bilelim. Sadece kendimizi mutlu etmeye çalışarak havanda su dövmeyelim. Sevdiklerimizi mutlu etmeyi unutmayalım.
     Kalp kırmayalım, kırdığımızda gönül almayı ihmal etmeyelim. Özür dileyelim. 
Mutlu olduğumuz insanlarla mutlu olduğumuz yerlerde yaşayabilelim. Bunu yapmak için yaşlanmayı beklemeyelim.
      Açgözlü olmayalım. Sahip olduklarımızın kıymetini bilmeyip olmadıklarımızın peşinde koşarken elimizdekileri yitirmeyelim.
       Kırmızı ışıkta beklerken yeşil yanar yanmaz kornaya şuursuzca basmayalım.
Arabamızın önüne fırlayan bir köpeğe çarptığımızda onu oracıkta bırakıp yolumuza devam etmeyelim.
Ağlamayalım, ağlatmayalım; üzmeyelim, üzülmeyelim; zarar vermeyelim, zarar görmeyelim….
       Çok şey var yazılacak sevgili okur. Yüzlerce sayfa doldurabiliriz dileklerimizle. Oysa hepsinin çaresi tek bir duygu. Ne güzel özetlemiş cânım Yunus… “Sevelim, sevilelim. Bu dünya kimseye kalmaz.”
Bol bol sevgi diliyorum hepimize. Mutlu yıllar…  



ŞARKILAR SİHİRLİDİR


       “ Sevilmeyi çok önemseyen insanlar sahneye çıkarlar.”…Bir akşam sohbetinde
çalınmıştı bu cümle kulağıma. O zaman pek durmamıştım üstünde. Taa ki; başka bir akşam, başka bir sohbette, başka bir güzel insan bana “Güzel sesli olmak nasıl bir şey?” diye sorana kadar… 
Çok şarkı söylerim ben. Evde, sokakta, okulda, fırsatını bulduğum anda sahnede… ‘Güzel sesli olmak’ kısmını pek düşünmedim ama şarkı söylemek kalbini paylaşmak gibi… Gülmek, ağlamak, özlemek, beklemek, dönmek, gitmek… Ne kadar duygu varsa insana dair, muazzam bir sergi salonunda sunmak gibi… Bu sunumu ‘güzel’ yapabildiğinde yaşadığın da mutlak bir doygunluk elbet.  
         Güzel olan her şey bir adım öndedir her zaman. Beğenilir, takdir edilir, sevilir. 
         Sevgi nefes demektir aslında. Ancak onu alıp verirken hissedersin gerçekten yaşadığını. Sahnedeyken sevilirsin. Evet, geçici bir durum bu. Işıklar söndüğünde her şey ve herkes kendi kabuğuna çekilir; ama o anda gerçek, o anda samimi, o anda verdiği mutluluk tarif edilemeyecek kadar güzel. Bu da sevginin böyle bir türü işte.  Üstelik birine ya da bir şeye hissedilen her güzel duygu, paylaşıldığında tamamlanır. Şarkı söylerken paylaşırsın, söylediğin her şarkıda eksik bir parçan tamamlanır sanki. Anlatmaktan hatta düşünmekten korktuğun ne varsa dökülür dudaklarından. Kaygılanmadan üstelik, yargılanmaktan korkmadan. İçinizdeki her şeyi anlatabilmenin verdiği rahatlığı düşünsenize… En güzeli de, karşındaki insanların gözlerinde parlayan hayranlığı görebilmek. Takdir edilmenin, beğenilmenin verdiği hazzı yaşamak… Başka hangi üslup böyle bir doygunluk yaratabilir ki?
        Sahnede olmak harika bir düş görmek gibidir. Asla uyanmak istemez insan. Orada kalmak istersin, mümkün olduğunca uzun kalmak… Yoran, yıpratan, kıran, döken her şeyden uzaksındır çünkü. Çok hüzünlü bir hikayenin notaları duyulurken bile bir tebessüm olur dudaklarda. O hüznün bile güzel bir tarafı vardır ezgiyle birleştiğinde. Anlatılan hikaye seninle ilgili olmasa bile kendini bir anda içinde buluverirsin. On ikisinde evlendirilen o kadın ya da aşkı uğruna koca bir ömrü tüketen biçare adamsındır orada. Senin sesinde can bulur hepsi; ete, kemiğe bürünürler; feryatlarını duyururlar seninle. Hiçbir kötü niyet barındırmayan bir çıkar vardır burada, tertemiz bir alışveriş… Onlar seni kullanırlar kendilerini anlatabilmek için, sen de sahneyi kullanırsın. Hem onları hem de kendini, hiçbir sansüre maruz kalmadan dökersin ortaya. Tabi sen biraz daha kârlısındır. Çünkü hayranlıkla bakan gözler ve müteşekkir alkışlar seni işaret etmektedir.
        Şarkılar sihirlidir. Şöyle bir düşünüyorum da, inandığımız birçok şeyin bir zaman sonra, aslında hiç olmadığını fark ettiğimiz bu garip gezegende, belki de en gerçek şey sihirdir.



ÇIĞLIK


Dünyada yaşayan tek canlının sen olduğunu düşündüğün zamanlar vardır. Bakarsın, ararsın, göremezsin kimseyi. Kendi nefesini duyarsın sadece. Başka bir hayat belirtisi yoktur etrafında.
Tam aksi bir his de kaplayabilir benliğini. Etrafındaki her şey canlıdır da, sen nefes almadan dolaşıyorsundur onların arasında. Görmezler seni, duymazlar, önlerine çıktığında kenara bile çekilmezler de içinden geçerler sanki. Yoksundur onlar için.
Her iki durumda da aynı gerçek çarpar yüzüne; bazen çok yalnızsındır. Bazen çok karanlıktır hayat. Tek bir mum ışığına hasret kalırsın. Karanlık kötüdür, ürkütür insanı. Geceye yakışır o sadece. Geceye de etrafındaki ışıkların parıltısını gösterdiği için yakışır zaten. 
Geceleri şehrin manzarasını seyredebilecekleri tepelere çıkmayı sever insan. Işıl ışıldır aşağısı. Kötü olan hiçbir şey yoktur sanki o ışıkların ardında. Herkes mutludur, kimse ağlamıyordur, hastaneler boş, mezarlıklar sahipsizdir. Gece kötülüğü örter, ışık geceyi…
Işıktan yoksun bir gecedir yalnızlık. Bazen o hiç güneş doğmayan geceye hapsolursun. Elin, ayağın tutmaz olur. Ayakta duramazsın. Sırtını yaslayacak birini ararsın, bulamazsın. Ne uyuyabilir ne uyanabilirsin. Olmayan bir zaman dilimindesindir. Sonsuz bir boşlukta…  
Ne zaman biteceğini bilemediğin o gecenin içindeyken, ölmeden önceki son yolculuk misâli arkana bakarsın. O güne kadar yaşanan her âna, her şeye, herkese… Dışarıdan bakarsın, başka birinin hayatına bakar gibi, bir hikâye okur gibi… Hoşuna gitmez gördüklerin. Hayret edersin yaşadıklarına, yaşattıklarına. Hikâyenin kahramanlarının o kadar çok olduğuna inanamazsın. Onca insanın nereye gittiğini bir türlü bulamaz, seni neden bulamadıklarını anlayamazsın. Sevdiklerinin mutlu olmasını isterken, onları anlamaya çalışırken, dertlerine üzülüp kendince çareler ararken; hasta, sağlıklı, üzgün, sevinçli, kızgın, kırgın, başarılı, başarısız anlarında yanlarında olmak için ilk sırada yer alırken kendini unuttuğunu fark edersin. Anlarsın ki kendin için bir şey istemeye istemeye, senin için yapılacak her şeyin gereksiz olduğuna ikna etmişsin onları. Çabaya gerek duymaz olmuşlar. Hislerin, isteklerin, ihtiyaçların olabileceğini unutmuşlar. Kendine kızarsın sonra. Buna sen sebep olmuşsundur çünkü. Düzeltmek istersin bu durumu bir an evvel. Seni hatırlasınlar istersin. Ama biraz geç kalmışsındır. Hatırlamak, anlamak, yanında olmak zor gelir artık sevdiklerine. Var olan düzeni bozmaktır bu onlar için. Misyonu değiştirmektir. Kurulan bağların karakterini yeniden oluşturmaktır. Oysa herkes çoktan hayatını kurmuştur. Senin de hayatlarının içindeki yerin bellidir. Arka sıralarda oturmak istemişsindir sen ve şimdi ön sıralar dolmuştur. 
Üzüldüğün, istemediğin, kırıldığın şeylere çok uzun süre ses çıkarmamak tehlikelidir. Hani sık sık küçük şiddette deprem olmasının iyi olduğunu söylerler. Enerji yavaş yavaş boşalır bu şekilde. O çok güçlü enerji bir anda ortaya çıktığında taş üstünde taş bırakmaz çünkü. Yıkıp döker ne varsa. İşte iç hesaplaşmanı yaptığın böyle zamanlarda anlarsın ki küçük depremler yaratmamak, içindeki enerjiyi başa çıkılamaz boyutlara ulaştırmış. Haliyle büyük patlama da kaçınılmaz olmuş. 
İşler bu noktaya vardığında telaşla iyi olmaya çalışırsın. Hemen iyileşmek istersin, bu anlamsızlıktan bir an evvel kurtulabilmek… Konuşursun, anlatırsın derdini. Bakın bana dersin, çok yalnızım, ihtiyacım var size, sevginize… Önce dinlerler seni, hak verirler, seni ihmal ettiklerini anlayıp telafi etmeye çalışırlar. Ama ne acı ki çok kısa sürer bu gösteri. Yapılacak daha önemli işleri vardır onların, yaşanacak daha güzel hayatları. Sen sıkıcısındır, beklentilerin vardır, sinirlerin bozulmuştur. Bir süre yalnız kalmayı önerirler sana, çıkıp dolaşmanı, tatile gitmeni, kendini oyalayacak aktiviteler edinmeni… Oysa bilmezler ki senin onlara ihtiyacın vardır. Zaten önerdikleri şeyleri yalnız yapmak seni bu hale getirmiştir. Muhtelif zamanlarda bir araya gelen sevdiklerin tatlı sohbetlerinin arasında seni anarlar bir ara. Ne kadar üzgün olduğun konuşulur; seni ne kadar sevdiklerini, önemsediklerini anlatırlar birbirlerine. Bir türlü anlamazlar ki ihtiyacın olan şey, seni konuşmaları değil seninle konuşmalarıdır.
Bazen ne kadar konuşsan da anlatamazsın içindeki fırtınaları. Sonra susarsın birden. Uyuşursun sanki. Hissizleşirsin. Donmak üzereyken uykuya dalmak, ölmeye yatmak gibi…
Bazen sessizlik çok gürültülü, gürültü çok sessiz olur.
Bazen çok karanlıktır hayat. Bir ışık beklersin dört gözle. Ne kadar korksan da karanlıktan, inatla görmeye çalışırsın o ışığı. Tüm kalbinle bir yerlerden görünmesini ve sana yol göstermesini dilersin. Elbet bir gün o ışık görünür. Tabi asıl marifet o ışık görünene kadar ayakta kalmayı başarabilmektir.
Karanlıkta kalmamanız dileğiyle…


İDARE EDEMEM ANNE


           Annelerin kız çocuklarını erkekleri idare etmek gerektiğini öğreterek büyüttükleri toplumların kadınları ( hepsi değil belki ama çoğu ) yaşamları boyunca kaybolmayan bir korku taşıyorlar dile getirmeseler de.                
           Babalarını, ağabeylerini, erkek kardeşlerini, kocalarını vs. kızdırmamak gerektiği öğretiliyor onlara küçücük bir kızken daha. Elbette buradaki amaç gayet temiz. Annenin tek istediği huzur bozulmasın, tat kaçmasın, kavga çıkmasın. Hoşgörülü olsun evladı. Her şeyi duymasın, her şeyi görmesin ki hayal kırıklığına uğramasın. 
          Ataerkil ailelerin genel bilinci, erkeğin evin direği olduğu, ona saygıda kusur edilmemesi gerektiği yönünde. Erkek, doğası gereği zaman zaman kaba olmak, emir vermek, boyun eğmemek, hanım köylü olmamak zorunda. Hatta ara sıra kaçamaklar yapması yine doğasından kaynaklandığı için, bunu olay haline getirmemek ve onun gözünü dışarı kaydıracak ne yaptığını bulmak da kadının görevleri arasında. 
              Kocaya saygının başladığı yer babaya saygı elbet. Herhangi bir sebepten ötürü kızına bağıran ya da şiddet gösteren babanın her koşulda haklı olduğu gerçeği asla unutulmaması gereken bir nasihat. Haksız yere hakarete uğradığında dahi “Hadi kızım özür dile babandan, bak ne kadar üzüldü sana öyle davrandığı için. Git de gönlünü al.” cümlesiyle teselli edilen kız çocuğunun ileride her durumda kendini haksız görmesinin temelleri ta o zamanlardan atılıyor aslında. Oysa saygı duymak haksızlığa boyun eğmek değildir. Aksine haksızlık karşısında kendini ifade etmeyen bireyin kendine saygı duyması olanaksızdır ve herkes bilir ki kendine saygısı olmayanın kimseye saygısı olmaz.
             İşin tuhaf tarafı anne, erkeklerin hangi davranışlarının yanlış olduğunu biliyor; ancak  kızına bunları idare etmesi gerektiğini öğretirken, oğluna o yanlış davranışlardan  kaçınması gerektiğini öğretmeyi es geçiyor. Her yaptığı alkışlanan, erkek olmanın bir ayrıcalık olduğu her fırsatta kendisine hissettirilen çocuk, her şeyi yapabilme hakkı olduğunu düşünerek büyüyor. Bir komutan edasıyla salınıyor ortalıkta.   
             Bu anlayışla yetiştirilen kız çocukları, ikili ilişkilerde kendinde sürekli bir kusur arayan, hatayı hep kendinde bulan ve bu yüzden her tartışmada kendini yiyip bitiren, hakkını savunamayan kadın profili olarak çıkıyor karşımıza. Her koşulda fedakar, her koşulda özür beklemeden affeden, hatta ( babasına yaptığı gibi) kendisi üzüldüğünde bile özür dileyen taraf oluyor yaşamı boyunca. Bu kadının karşısındaki erkek de komutanlığının ona verdiği yetkiye dayanarak düşünmeden konuşmaya, aklına eseni yapmaya, etrafını kırıp dökmeye devam ediyor.
     Herkesi her durumda idare etmenin doğru bir davranış olmadığı kanaatindeyim. Yanlış anlaşılmasın; tartışmak, kavga etmek, dır dır etmek, hatayı affetmemek, daima kendini haklı görmek değil kastettiğim. Hangi davranış karşısında, hangi üslupla, nasıl tepki verileceğini bilmek, her bireyin değerli olduğunu unutmamak gerekiyor sadece.  
    Bu şekilde çocuk yetiştirmeyen anneler yok değil elbet ve çok şükür. Asla onlara değil bu cümleler. Ataerkil toplum olmanın kötü bir şey olduğunu iddia ediyor da değilim. Saygıyı gereksiz, hoşgörüyü yanlış bulmuyorum. Yanlış olduğunu söylediğim şey bencillik. Saygı ve hoşgörünün olmadığı bir ilişkinin temeli çürüktür zaten. Lakin karşılıklı olmalı bu güzel duygular. İlişkinin tek tarafın çıkarlarına uygun yaşanması büyük haksızlık değil mi? Erkeğe gösterilen saygının aynısını kadın hak etmiyor mu? İnsanlar kendilerini ve birbirlerini mutlu etmek için birlikte olmuyorlar mı? 
    Bu bencilliği, belki daha fazlasını yapan kadınlar da var biliyorum. Onlara duyduğum kızgınlık da aynı seviyede. Oyunu yalnız kendi kurallarıyla oynayan erkeklere söylediğim her cümle, onlar için de geçerli.  
          İnsanlar kırıcı olmak için gösterdikleri inadı, nazik olmak için gösterseler çok daha güzel olmaz mı her şey? Bu kadar zor mu mutlu etmek, kadir kıymet bilmek, teşekkür etmek, özür dilemek? Sahip olduklarımızın değerini kaybettikten sonra anladığımızı çok iyi bildiğimiz halde kaybetmemek için çaba göstermemek, anlaşılması mümkün olmayan bir çelişki.

            Hayat tek perde sevgili okur. Kimseye zehretme. Bırak hep tatlı olsun, hepimize bal şeker olsun... 

KADIN İSTERSE


     Tüm kadınlara Havva, tüm erkeklere Adem demeyi seviyorum. Belki ilk insanlar olduklarından, belki insanoğlunun hammaddesi olduklarını düşündüğümden, belki şimdiki
hallerimizin bozulmamış şeklini hayal etmek istediğimden…
Bir Havva’ dan daha haberdar etmek istiyorum seni bu hafta sevgili okur. Güçlü bir Havva’dan…
Ankara’ da yaşayan Havva, üniversite öğrencisidir. 20 yaşında, simsiyah uzun saçları,çok derinden bakan kocaman gözleri, yay gibi kaşlarıyla güzel, alımlı ve sevdiği adama deli
gibi aşık bir kızdır. Bir yandan okuluna devam etmekte bir yandan da çok mutlu bir beraberlik yaşamaktadır. İlişki o kadar güzel sürmektedir ki çift, kısa bir süre sonra evlilik kararı alır.
Havva, 21 yaşındayken sevdiği adamla, büyük umutlarla hayatını birleştirir.
Adem, iyi bir işi olan zengin bir adamdır. Havva’ yı çok sevmektedir.Maddi gücü yeterli olduğu için Havva’ nın yorulmasına gerek yoktur ona göre. Okulu bırakmasını ister
genç kadından. İllâ çalışmak isterse de kendi işyerlerinde birlikte çalışmak çok daha iyi olacaktır. Havva kabul eder bu teklifi. 
Herkesin gıptayla baktığı bir hayata başlar genç çift. Adem Havva’ ya olan aşkını her fırsatta dile getirmektedir. Romantik anlar yaşatır ona sık sık. İyi bir çevreleri vardır. Arkadaşlarıyla bir araya gelirler fırsat buldukça. İşi de beraber yürütmektedirler. Evlilikleri işe de uğur getirmiştir; birlikte çalıştıkça işlerini daha büyütmeye, daha çok kazanmaya başlarlar. 
Ne var ki güllük gülistanlık geçirilen ilk senenin ardından Adem’ de ufak ufak değişiklikler fark eder Havva. İlgisi azalmıştır kocasının. Dışarıda Havva’ ya hiçbir şey değişmemiş gibi, aynı nezaket ve hassasiyetle davranan Adem, eve geldiklerinde kimlik değiştirmektedir adeta. Havva, bu değişiklikleri Adem’ in geçirdiği kötü bir süreç olarak algılar ve ona rahatsızlığını hissettirmemeye çalışır. Ancak Adem’ in bu tuhaf sürecinin sonu gelmez bir türlü. Daha da bozulur hayatları günden güne. Sanki Adem’ e sihirli bir değnek dokunmuştur onu kötü adama dönüştüren. Havva sonraları anlar ki o sihirli değnek paradır. Daha çok kazanmak Adem’ i doyumsuzlaştırmıştır. 
Havva maddi olarak hâlâ hiçbir sıkıntı yaşamamaktadır; ancak evde huzur her geçen gün biraz daha azalır. Kavgalar başlar zamanla. Birbirine düşman iki insana dönüşürler aynı evin içinde. Havva evliliğini sürdürmek için büyük bir uğraş verir. Kimselere belli etmez mutsuzluğunu. Adem ipin ucunu çoktan kaçırmıştır oysa. Bir bir yıkmaktadır Havva’ nın kalbine giden tüm köprüleri.  Ev Havva için cehennemden farksızdır artık. Buna rağmen inatla direnmeye çalışırken, Adem son damlayı taşırır ve şiddetle tanıştırır büyük bir aşkla hayatına aldığı karısını. 
Bu olayın ertesi günü ayrılmaya karar verir Havva. Kocasının ona verdiği cep telefonu, kredi kartları, mücevherler, arabalar, evler… Ne varsa bırakır olduğu gibi. Bir kol çantasıyla çıkar o evden bir daha dönmemek üzere. Ailesine sığınır. Bir avukat tutar hemen, dava açar. Adem çıldırır bu durum karşısında. Havva’ ya “Benden ayrıldıktan sonra bitersin, mahvolursun. Bu saltanatı hiçbir yerde bulamazsın. Pişman olacaksın.” der. Genç kadın aklının bir köşesine yazar bu cümleleri. Ayrılık sürecinde öğrenir ki Adem’ in kırmadığı ceviz kalmamış, ihanetin bini bir para. Duyduğu hiçbir şey yıkmaz Havva’yı. Daha da güçlenir.
Nihayet ayrılırlar. Ne nafaka ister Havva ne başka bir şey. Onu ve ona ait olan her şeyi tümüyle çıkarır hayatından. Dört elle sarılır yeni hayatına. Üniversite mezunu bile değildir, iş bulmak zorundadır, süper lüks arabalar kullanırken halk otobüsüne binmeye başlamıştır. Sıfırdan kuracaktır her şeyi. 
Çok uğraşır Havva, çok zor günler geçirir ama sonunda çabaları sonuç verir ve çok güzel bir iş bulur kendine. Başka bir şehre taşınır. Yepyeni arkadaşları, güzel bir işi, huzurlu bir hayatı vardır artık. 
Birkaç yıl sonra Türk filmi sahnelerini aratmayan bir şey olur ve Adem iflas eder. Havva bunu duyduğunda aklına Adem’ in ona söylediği cümle gelir aklına. O, kadın haliyle bitmemiş, mahvolmamış, her şeye sıfırdan başlayıp güzel bir dünya kurabilmiş; Adem ise elindekilere bile sahip çıkamamıştır. 
Böyle şeyler yalnızca filmlerde olmuyor sevgili okur. İşte gerçek bir yaşam öyküsü. Biliyorum ki aynı cehennemi yaşayan birçok kadın yalnız kalınca hayata tutunamayacağından korkarak eziyet çekmeye devam ediyor. Yuvayı ayakta tutmaya çalışmak saygıdeğer bir şey, evet. Ama ortada yuva denilebilecek bir yer kalıp kalmadığından emin olmak lazım bunu yaparken. Yuva çoktan bozulmuşsa eğer, bırakabilmeyi bilmek gerekir. 
Gücünü hafife almamalı hiçbir kadın. Yapılması gereken tek şey Havva gibi içindeki gücü saklandığı yerden çıkarmak. 
Mutluluğu hak ediyoruz hepimiz. Her neredeyse yüzümüzü güldürecek, bizi huzura erdirecek hayat, gidip almalıyız onu, korkmadan… 
 

HAVVA'NIN KURTLARI



Adem: Kıskanç mısındır?
Havva: Hayıııırrr!!! 
Adem: En güzeli. Kızların kıskançlık krizlerine dayanamıyorum. Sevgilisi olan bir erkeğin kız arkadaşları olamaz mı? Hepsini yanlış anlayıp olay mı çıkarmak lazım illâ?
Havva: Bence de. Ne o öyle? Ne kadar geri kafalı bir yaklaşım tarzı. Hiç hoşlanmam öyle şeylerden. Arkadaşın cinsiyeti mi olurmuş? Kıskançlık güvensizlikten kaynaklanıyor bence. Güven yoksa zaten gerisine gerek yok.
Adem: İnanamıyorum ya… Nihayet benim gibi düşünebilen bir kızla tanıştım. Benim çok kız arkadaşım var. Bugüne kadar hep sorun oldu bu durum. Hayatıma giren insanlar bir türlü anlayamadılar o kızların sadece arkadaşım olduğunu.
Havva: Ben de inanamıyorum. Sen neredeydin bugüne kadar? Böyle düşündüğüm için arkadaşlarım saçmaladığımı düşünürlerdi hep. İlişkiler, arkadaşlıkları yok etmek zorunda değil ki…
*
Bir ilişkinin ilk gününde, mutlaka, yapılan bir konuşma kesiti bu. Çoğumuz yaşamışızdır aynı ânı. İstisnalar dışında hiçbir kadın kıskanç değildir ilişki başlarken. Karakterlerinde yoktur böyle bir şey. Kıskanç kadınları da anlayamamaktadırlar üstelik. Kendi aralarında yaptıkları sohbetlerde de kıskançlığın ilişkiye zarar verdiğini, erkeklerin bundan hiç hoşlanmadığını, bir süre sonra da doğal olarak boğulduklarını söylerler birbirlerini onaylayarak.
İlişki başlar. Gayet güzel gidiyordur her şey. Anlayışlıdır her iki taraf. Gezilir tozulur, arkadaşlarla buluşulur, çiftler bir araya gelir… Sevgilisinin telefonu gece yarısı bir kadının adıyla çaldığında kadın büyük bir olgunlukla telefona cevap vermez, sevgilisine uzatır telefonu, hatta rahat konuşabilmesi için odadan çıkar. Ne kadar güven duyduğunu gösterir bu tek hamleyle. Oysa küçük kurtçuklar çoktan dolanmaya başlamıştır kadının beyninde. Ne diye bu saatte arıyordur ki o kadın? İnsanın özel hayata biraz saygısı olur canım… Mutfak kapısına dayanan kulak işlevini yerine getirememektedir. Bu kapıları niye bu kadar kalın yaparlar sanki?
Adem: Hayatım gelsene içeri.
Havva: ( Güler yüzün arkasına gizlenen kemirgen kurtlarla) Konuşmanın bitmesini bekliyordum tatlım.
Adem: ( Tam bir inançla) Aşkım beniiim. Ne kadar şanslı bir adamım ben. Kaç tane kadın bu kadar anlayışlıdır ki?
Havva: ( Anlamazdan gelerek) N’oldu ki canım?
Adem: ( Anlamadığına da inanarak) Yok bir şey aşkım. İçimden geldi.
*
Zaman ilerledikçe kadının kurtçukları sarar beynin dört yanını. Fakat adamcağız hâlâ bu kadar hoşgörülü bir kadınla birlikte olmanın sarhoşluğu içindedir. Tüm arkadaşlarıyla rahat rahat buluşur. Yalan söylemek zorunda değildir. Böyle bir şans insana bir kere nasip olur. İşte bu kadınla gözü kapalı evlenir insan. Evet evet, artık zamanı gelmiştir.
*

Bir akşamüstü adam(cağız) bir kafede arkadaşlarıyla sohbet etmektedir yine. Kalabalık bir grupla birliktedir. Kadın da birazdan işten çıkıp yanlarına gelecektir. Adamın telefonu çalar, sevgilisi aramaktadır.
Adem: Aşkım?
Havva: Neredesin canım? Çıktım ben.
Adem: Kafedeyiz çocuklarla. Birazdan kalkalım diyoruz ama. İstersen sen eve geç, ben de birazdan gelirim yanına.
Havva: (Ses tonunu bastırmak için sarf ettiği büyük çabayla) Tamam canım!
!!! Ve beklenen an gelmiş, adam tüm kurtçukları harekete geçirmiştir. Buluşmak için sözleşilmiş, adam arkadaşlarıyla buluşmuş, kadın telefon ettiğinde masadaki tüm kadınların kahkahalarını duymuş, bunun üstüne kadından eve gitmesi istenmiştir. Kadın gözlerinden fışkıran ateş ve hızlı adımlarla eve gider. Aklına dakikada bilmem kaç kilometre hızla gelen tüm cümleleri tekrar tekrar düşünmektedir. 
Ama bu kadar da olmaz ki canım. Bu kadar anlayış gösterirsen olacağı bu! Bende kabahat. Her şeyi görmezden geldim. Yoksa… Yok canım… Niye olmasın? Erkek değil mi? Annem demişti zaten bu devirde babana bile güvenme diye. Al işte! Kesin aldatıyor bu beni. Nasıl uyanamadım bunca zaman? Aslında uyandım da konduramadım işte. Ayşe mi acaba? Aslı da olabilir. Yok yok Esraaa!!! Tabi ya… Kesin o. Gece yarıları aramasından belliydi zaten. Yok ders çalışıyoruz, yok sınava girecek de yardım ediyorum, yok canı sıkkınmış yalnız bırakmayayım… Oooohhh gel keyfim gel. Ben çalışıyorum nasılsa akşama kadar, didiklemiyorum da hiçbir şeyi. Ne zamandır birlikteler acaba? Belki de benden önce de vardı. Elinden kaçırınca aklı başına geldi, bizimki de unutamamış tabi… Ne aptalmışım Allah’ım… Zaten o kız ne zaman bize gelse beyimiz nasıl hürmet edeceğini şaşırıyor. Yok çay içer misin, yok aç mısın, yok geç oldu ben seni bırakayım… Ben de kuzu kuzu oturuyorum evde. Yoooo… Buraya kadar! Madem bu kadar seviyorsunuz birbirinizi, ben hiç girmeyeyim araya. Tamam, çekiliyorum. Keyfinize bakın!
Kapı çalar…
Havva: ( İçindeki canavarın sesiyle) Ne var? Niye geldin?
Adem: ( Şok!!!) Nasıl yani?
Havva: Esra yok mu? Onu da getirseydin ya. Sıkılmasın kızcağız tek başına!!!
Adem: ( Şok şok şok!!!) Ne? Esra mı? Ne diyorsun anlamıyorum…
Havva: Ama ben artık anlıyorum. Sen salak mı sanıyorsun beni? İstediğin oldu işte daha ne istiyorsun? Çekiliyorum ben aranızdan. Siz artık rahat rahat yaşarsınız ilişkinizi!!!
Adem: ( Şuursuzca) ….……
Kapı  :  Çaaaatttttt!!!!!!!

*
Adem ile Havva’ nın ilişkisi böylece biter. Ama tabi ki hayat devam etmektedir. 

Havva: Sen kıskanç mısındır?
Bir başka Adem: Aslında evet. Sen?
Havva: Hayıııııırrr!!!



AŞK GERÇEKTİR


     Aşkı aşk gibi yaşamanın gereksiz, saçma, demode kabul edildiği ve hala inatla aşk yaşamaya çalışanların tuhaf karşılandığı bir çağda yaşıyoruz sevgili okur. Çabuk çabuk aşık olmak, çabuk çabuk ilişki yaşamak, çabuk çabuk ayrılmak makbûl bu aralar.
Tüketim toplumu olmanın hakkını bu kadar vermek bir görev adeta. Ne kadar çok tüketirsen o kadar çok medenisin. Acıları, özlemleri, umutları, mutlulukları... Saygı duymak gereksiz, özlemek anlamsız, aşık olmak saçma artık... 
Bu 'medeni' halleri yaşamayı kayıtsız, şartsız kabul edenler her geçen gün hızla çoğalsa da inadına 'medeni'leşmeyenler de yok değil çok şükür. Onlar, kaybolmak istemeyenler bu aceleci dünyada. 
İşte kaybolmayanlardan bir öykü... Sıcak, samimi, gerçek...
Yazın son günlerinde bir kadın, bir masada çayını yudumlamaktadır. Dalgındır, denize çevirmiştir gözlerini. Belli ki çok şey vardır aklını kurcalayan. Etrafında gün akıp gitmektedir de ona dokunmamaktadır sanki zaman. 
Başka bir masada bir adam kadına çevirmiştir gözlerini. Kadının kendisini fark etmediğinden emin, kahvesini içmektedir. Kadının daldığı yerlere gitmek ister, baktığı yerde ne gördüğünü anlar gibi...  
Yaz bitene kadar kadın ve adam aynı yerde, aynı masada otururlar her gün. Kadın çayını içer, adam kahvesini... Kadın denize bakar, adam kadına...
Bir akşamüstü kadın aynı masada bir arkadaşıyla sohbet etmektedir. Birkaç fotoğraf çekmiştir o gün, fotoğrafları göstermek ister arkadaşına. Arkadaşı da bir fotoğraf ister, çeker kadın. O anda arka masada bir adam görür. Önündeki kağıda bir şeyler yazmaktadır adam. Onun da fotoğrafını çeker kadın. Nedenini bilmez ama çeker işte. Eve gider, makinesini eline alır, fotoğraflara bakar. Adamı görür bir karede. Anlayamadığı bir hisle kalkar yerinden, evden çıkar ve bir fotoğrafçıya gider. O fotoğrafı bastırır. Elinde fotoğrafla deniz kenarına gider. Adam aynı masada oturmaktadır. Yanına yaklaşır, adama fotoğrafı verir ve eve döner. 
Yaz biter kadın devam eder kaldığı yerden hayata. Ufak ufak şeyler değişir zamanla. Hayat akar, kadın yaşar. Çalışır, yemek yer, uyur...
Yaz biter. Adam devam eder kaldığı yerden hayata. Ufak tefek şeyler değişir zamanla. Hayat akar, adam yaşar. Çalışır, yemek yer, uyur… Ancak uyku artık daha davetkârdır. Çünkü denize bakan kadın, fotoğrafın üzerindeki parmak izleriyle her gece ona eşlik etmektedir.  Ve o parmak izleri, gözler kapandığında adama sahibini getirmektedir.
Aradan dört yıl geçer. Dört yaz… Her yaz geldiğinde adam aynı masaya oturur, aynı denize bakar, aynı kadını bekler. Fakat her geçen yaz biraz daha anlar ki; parmak izlerinin sahibi artık başka bir masada, başka bir denize bakmaktadır.
Sonbahar gelmiştir yeniden. Kadın bir akşam denize bakmak ister yeniden. Çay içmek aynı masada… Gider, oturur masasına. Bir fincan çay söyler ve uzaklara dalar yine, dört yıl önce her gün yaptığı gibi. İyi gelir ona deniz. Sonsuz mavilik ruhunu aydınlatır. Taze ve derin bir nefes alır. Eve gitmek istemez canı o akşam. Sinemaya gitmeye karar verir. Bir aşk filmine bilet almaya niyetlenir, vazgeçer sonra. Aşk güzel şeydir elbet, daha anlamlı kılar her şeyi. Fakat o büyüye uzun zamandır çok uzak olan bir kadının başkalarının aşkını izlemesi can yakmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bir gerilim filmine karar verir hiç sevmediği halde. Salona girer, koltuğuna oturur, yanındaki boş koltuğa çantasını bırakır. Birkaç dakika sonra boş koltuğun sahibi gelir, kadın çantasına uzanır ve başını kaldırır teşekkür eden adama cevap vermek için. Zihni bulanır bir anda. Karşısındaki yüz tanıdıktır bir yerlerden. Adam gülümsemektedir şaşkın bakışlarla. Hatırlar kadın dört yıl önce çektiği fotoğrafın sahibini. Öylece bakarlar birbirlerine. Adam inanamaz bunun gerçek olduğuna. “Lütfen” der kadına, “Lütfen çıkalım buradan, anlatacak o kadar çok şey var ki…” Çıkarlar salondan. Deniz kenarına giderler birlikte. Kadının masasına otururlar. Kadın çay söyler, adam kahve… Aynı denize, aynı masada bakmaktadırlar bu kez. Saatlerce konuşurlar. Adam anlattıkça geçen dört yılı, kadının ruhunda bir şeyler yerine oturmaktadır. Anlar ki içindeki o koca boşluk dolmaktadır artık. Anlar ki aşk bir filmde izlenmek için değil, kalbine yerleşmek için beklemiştir bunca zaman. 
Ve aşk, tüm ihtişamıyla onlarındır artık. Ne kadar engel çıktıysa önlerine hepsini tek tek aşmıştır sabırla. Çünkü aşk, onu yürekten isteyenlerin kalbinde huzur bulur ancak. O kalpleri bulduğunda da, tüm varlığıyla emanet eder kendini. Gerçektir o, yaşanmaya en değer şeydir. Yeter ki doğru kalplerde yeşerebilsin…

SOĞUK SICAK SOĞUK

     Üst komşumun elleriyle yaptığı ballı tarçınlı elma suyunu içerek iyileşmeye çalışırken bir yandan da sizinle paylaşacağım cümlelerim dolaşıyor kafamın bir yerlerinde…  Soğuk geliyor aklıma ister istemez. Sesim kısık çünkü, kemiklerimin muhtelif yerlerinde tuhaf sızlamalar var, o geliyor işte yine…  Çaldı kapıyı, açmamaya direniyorum ama… İşte açıldı kapı… Hiç içimden gelmese de  adet yerini bulsun bari, hoş geldin GRİP…
     Soğuk, sıcak, soğuk…
     Sevgili şehrimin günlük hava durumu…      
    Asıl adı sonbahar olan bu güzel hazan mevsimi, dört mevsimin tüm ihtişamıyla yaşandığı güzel ülkemin birçok şehrinde hala şaşaasını sürdürürken 'Eski’mşehir’deki seyrine sonbahar görünümlü, yer yer yaz izleri taşıyan kış mevsimi olarak devam etmekte. Ve bu seyir, biz şehir yolcularını tuhaf hallerde etkilemekte. Gerek manen gerek maddeten verdiği hasarlar gözle görülür kalple hissedilir vaziyette. Her sabah sekiz buçuk sularında işe gitmek üzere hazırlanma seremonisi; deride kıpırdanan ürperti (aslında donma hali) sonrasında,  “Uf ya bu sefer ne giyeceğim, açar mı bu hava öğlene?”  şarkısı eşliğinde tüm gardırobun altını üstüne getirerek giyilecek en saçma kıyafete karar verilmesiyle son bulur. Bu durum vücudun gün boyunca asla olması gereken ısıya kavuşamamasına, bir ihtimal kavuşsa bile zinhar sabit kalamamasına neden olur  ve iş çıkışı kişiyi “ Giyecek bir şeyim yok işte!” düşüncesinin yarattığı baskıyla alışverişe sürükler. Kredi kartı limitinin dur dediği yere kadar alınan “giyecek bir şey” torbalarıyla eve gelirken hava (haliyle) kararır ve mümkün olan en az üşüme ile yolculuğu bitirebilmek için koşar adım yürünür, yürürken terlenir. Nihayet evin kapısı açıldığında içeriden yüze vuran sıcak hava kişiyi şekerleme yapmaya davet eder, davet kabul edilir. Davete terli halde yapılan bu icabet, yazının başında adından söz edilen misafiri de elbet beraberinde getirir. Ertesi gün iş yerindebu konuya illa ki değinilir ve her seferinde ilk defa konuşuluyormuş gibi  kurulan“ Birdenbire grip oldum, bu havalara aldanıp da incecik giyiniyoruz tabi…” şeklindeki kadrolu cümle, bir kez daha (ama asla son kez  değil) unutulmak üzere sohbetteki yerini alır. 
     Depresif haller, dengesiz davranışlar, durduk yere patlayıveren ayrılıklar, koca koca kavgalara dönüşen küçücük tartışmalar ve diğer tüm enteresanlıklara değinmeyi düşünmüyorum; ki bunlar kendilerine has bir yazıyı hak eden, üstünkörü geçiştirilemeyecek hallerdir ve elbet o ‘enteresanlıklar’ bir başka başlık altında ziyaret edilecektir.
     Velhasıl dilerim bir an evvel sevgili kara kışımıza kavuşuruz da üşüyeceksek kazağımızla, montumuzla üşürüz, kızacaksak ortada sebep varken kızarız ve sevgilimizden hakikaten sevgimiz bittiğinden ayrılırız. 
     Hay ağzımdan yel alsın sevgili okur:)

TURUNCU SAÇLI KIZ


      Ne çok felaket, sönen ocaklar, yıkılan hayatlar… Nasıl da üst üste… Hepimizin hikayesi bir gün bitecek elbet; ama mutlu bitse keşke... Arkamızda eksik kalan bir şey olmasa… Vaktinden evvel tükenmesek… Tükenmeye yüz tutanlara elimizi uzatabilsek… En azından yanı başımızda olup bitenleri görmezden gelmesek… 
     İşte bir hikaye daha… Yazılmaya yeni başlamış olsa da çoğumuzdan fazla sayfası var şimdiden. Bu hikayenin adı Büşra…
     Yaşıtlarından en az beş yaş küçük görünen, turuncu saçlı, ürkek bakışlı, omuzları hayatın tüm yükünü taşırcasına çökmüş, ayakkabısız, montsuz, eldivensiz, çantasız on iki yaşında bir küçük yürek. 
     Adı Büşra…
     Oyun oynaması, ödev yapması, kitap okuması, yatakta uyuması, koşması, gülmesi, ağlaması, hayal kurması yasaklanmış ufacık bir beden.
     Adı Büşra…
     Vücudundaki morlukları gizleyebilmek için yazları bile hırkasını çıkaramayan ama asla yakınmayan, trene kaçak binen bir yolcu gibi kimseye görünmemeye çalışan, sessiz, beklentisiz, tırnaksız, ihtiyar bir çocuk.
     Başına gelenleri hak etmek için ne yaptığını tüm hayatı boyunca anlayamayacak olan turuncu saçlı bu küçük kız; akıl sağlığı ‘artık’ çok da yerinde olmayan bir annenin ve bir akla sahip olup olmadığı bile belli olmayan, vicdandan, sevgiden, şefkatten bihaber bir BABAnın çocuğu olarak dünyaya gelir. Daha iki yaşında bir bebekken tanışır soğuk demirin tende bıraktığı acıyla. Kendisini ve onu BABAdan korumaya çalışan yorgun ve güçsüz annesinin kucağında, hayvanlarını barındırdıkları ahırlarında sabahlar gecelerce. Annesi sağdan soldan bulup buluşturduklarıyla karnını doyurmaya çalışır minik bebeğinin. Her geçen gün daha çok hırpalanırlar anne- kız. Hırpalandıkça daha çok tutunurlar birbirlerine.
     Zaman akıp gider. Büşra on iki yaşına gelir. 7. sınıf öğrencisidir fakat görenler onun ‘7 yaşında’ olduğunu sanırlar. O zamana kadar hiç kimse Büşra’ nın neler yaşadığını fark etmemiştir. Başına gelenleri anlatmaktan utandığı için arkadaş da edinmemiştir kendine. Bir gün Beden Eğitimi dersi için üzerini değiştirirken tesadüfen içeri bir öğretmeni girer ve Büşra’ nın sırtında morluklar olduğunu fark eder. Konuşmak istediğinde ağlamaya başlar sırrı ortaya çıkan Büşra ve kaçıp evine gider o gün. Anlatamaz, konuşamaz. Öğretmen durumu okul idaresine bildirir. İdare, aileyle konuşmaya çalışır fakat bir muhatap bulamaz. Jandarmayla görüşülür eve baskın yapılır ancak evde bulunan anne, şikayetçi olacak bir durum olmadığını, Büşra’ nın sırtının üzerine düştüğünü, zaten yaralarının da iyileşmeye başladığını söyler. O günden sonra Büşra’ nın evine birkaç ziyaret daha yapılır ama hiçbirinde sonuca ulaşılamaz.
     Aylar sonra Büşra hasta olduğu gerekçesiyle 1 hafta okula gelmez. Ertesi hafta geldiğinde herkesin kanını donduran bir durumla karşılaşılır. Büşra, ilk defa, öğretmeniyle konuşmak istediğini söyler. Hem ağlar hem anlatır çektiği tüm acıları. Okula gelebilmek için her gece nasıl yalvardığını, tek başına uyumak zorunda kaldığı ve hayvanlardan başka hiçbir canlının olmadığı ahırı, bir gün kaloriferli bir apartmanda oturmak istediğini söylediği için başına atılan taşı, ödev yaptığı için o adam tarafından yırtılan defterini, dayak yedikçe annesinin attığı anlamsız kahkahaları, çığlıkları ve ağlamaktan anlatamadığı, anlatmaya çalıştıkça daha çok ağladığı her şeyi… Onu hayretler içinde, içi parçalanarak dinleyen öğretmenini asıl dehşete düşürense, o küçücük kızın konuşma bittikten sonra gösterdiği elleridir. Gaddar kelimesinin bile hafif kaldığı BABA, öz kızının tırnaklarını kerpetenle çekmiştir. Bu zalimliğin sebebi ise evinden metrelerce uzaktaki ahırlarında uyuması istenen ve her gece orada uyuyan Büşra’ nın o gece duyduğu seslerden korkması ve izin almadan eve gelmesidir. Kollarında sigara söndürülmesine, demirlerle dövülmeye alışkın olan Büşra, sırf o gece yalnız kalmamak için bunları bir kez daha yaşamayı göze almıştır. Ancak, o bile, BABAsının bu kadar ileri gidebileceğini düşünmemiştir. İnsanı en çok düşündüren şeylerden birisi de tek bir gün bile baba sevgisi görmemiş, aksine bin türlü eziyetle büyümüş bu kız çocuğunun o zalime hala BABA diyebilmesidir. Büşra’ ya göre o adam bir BABAdır ve bir iş bulamadığı için, üzüntüden içki içtiği için bu kadar sinirlidir.
     Bu konu okulda ve jandarmada yeniden gündeme gelir ve Büşra’ nın evine çok daha kalabalık bir ekip gider. Büşra devlet güvencesine alınacak, BABA da mahkemeye çıkarılacaktır. Ancak Büşra ve annesi o adama son bir şans verilmesini isterler. Verilen karara göre Büşra’ nın durumu o günden itibaren gözlenecek, herhangi bir darp durumunda Büşra aileden alınacak ve BABA da tutuklanacaktır. 
     O günden sonra okul birkaç ay daha açık kalır ve Büşra’ da hiçbir darp izine rastlanmaz. Artık yaraları da iyileşmeye başlamıştır. Eve bir süre erzak yardımı yapılır ve küçük kız ile annesinin beslenmesi sağlanır. BABA az da olsa çalışmaya başlar. İşler yavaş yavaş yoluna giriyor gibi görünmektedir. 
O senenin sonunda Büşra’ nın öğretmeni başka bir okula tayin olur. Telefondan öğrendiği kadarıyla olumsuz bir durum söz konusu değildir. Tabi yine de o evin içinde neler olup bittiğini sadece turuncu saçlı kız bilmektedir.
     Adı Büşra…
     Kan kusup kızılcık şerbeti içtim demeyi küçücük yaşında öğrenmiş, utangaç, mahcup bir ana kuzusu.
     Adı Büşra…
     Gördüğü o kadar zulme rağmen ailesini korumaya, anlamaya çalışan, kalbi kine yer bırakmayacak kadar sevgiyle dolu bir evlat.
     Adı Büşra…
     Kurtarılmayı, mutlu olmayı, okuyabilmeyi, yaşayabilmeyi isteyen; görmezden gelinemeyecek kadar gerçek belki de yüzlerce ihtiyar çocuktan yalnızca biri.    


BİR KADIN BİR ŞEHİR BİR ŞİİR


Bir kadın gelir bir şehre...
Bir şehir kucaklar bir kadını…
Sunar kendini kadına… Sınırsızca...
Bağışlar sahip olduklarını...
Isıtır… Avutur…
Omzunu uzatır kadın ağlarken…
Ellerini tutar düşmesin diye…
Yaralarını sarar kanadığında…
Acıkınca şeker, susayınca şerbet verir…
Acı değmesin diline der…
Acı değmesin gözlerine, yüreğine…
Bir kadın korkar bir şehirden…
Çok uzaksın der şehre… Çok yükseksin…
Ya dönmem gerekir de dönemezsem kendime…
Ya düşersem…
Bir şehir güler bir kadına şefkatle…
Sen bana tutun der… Yalnız bana…
Ben hep buradayım…
Ve bir kadın aşık olur bir şehre…
Bir şehir aşık eder bir kadını…
*
Bir kadın bir şehre uyanır artık…
Bir şehir bir kadına uyur…
Güneşi bekler kadın her sabah…
Ve her gece ayı…
Şahit olsunlar ister aşkına…
Ancak ne güneş vardır ortada ne de ay…
Anlayamaz kadın… Bekler yalnız…
Bıkmadan, yılmadan bekler…
Aşkla, umutla…
Elbet der, dinecek bu yağmur…
Dağılacak karanlık bulutlar…
Rengarenk kemerini takıp gelecek güneş…
Ve ay, sırtında yıldızlarıyla dinleyecek şarkımı…
Bir gökyüzü izler bir kadını…
Üzülür haline, bekleyişine…
Gözyaşlarını anlamayışına üzülür…
Ağlar yalnız… 
Bilir ki bir şehir bir kadının değildir aslında…
Sırları vardır onun… 
Ve o sırlar öteki kadına aittir…
*
Bir şehir inatla kucaklar bir kadını…
Usul usul kanına karışır…
Daha sıkı sarar…
Dikenlerini batırdığını bile bile üstelik…
Kanata kanata…
               *
Ne zaman ki fark eder kadının teslimiyetini,
Bırakır yavaş yavaş kollarını...
Isıtmaz olur..Ve avutmaz...
Göstermez olur yüzünü...
Dokundurmaz...
Bir kadın tanıyamaz olur bir şehri…
Kanar yalnız… Sessizce…
Anlar nicedir ağlayan gökyüzünü…
Görmeye başlar şehrin sakladıklarını…
Yine de başını alıp gidemez bir kadın…
Dönememekten korkar kendine…
Ve düşmekten…
Korkudan gökyüzüne yalvarır…
Güneşi göster bana yine… Ayı yeniden gönder…
Gökyüzü daha çok ağlar kadının yalvarışına…
Çaresizdir çünkü…
Çünkü bir şehir çoktan bırakmıştır bir kadını…
Çünkü  bir kadın düşmeye başlamıştır en yüksekten…
*
Ve bir kadın terk edilir bir şehirce...
Bir şehir terk eder bir kadını...